Keçiler mi Yaramaz Yoksa Çocuklar mı?


Biz şehir dışına misafirliğe gittik akıllım. Yaaaaa... Hiç aklına gelir miydi? Üstelik orada yatılı da kaldık. Yatılı kalmak ne demek mi? Üfff, bunu da mı bilmiyorsun? Demek sen de hiç yatılı misafir kalmadın daha önce. Ben de kalmamıştım. Bu ilk kez oluyor. Fakat bizimkiler eskiden de böyle misafirliklerde bulunurlarmış. Abim dedi ki: Benim yüzümden ara vermişler. Ben büyüyeyim diye beklenmiş.
Laf işte, abi değil mi, illa bana bir çamur atacak. Hiç çocuk büyüsün diye misafirliğe gitmekten vazgeçilir mi? Bu yalanını ortaya çıkarmak için hemen kendisini anneme şikayet ettim. "Abim bana böyle böyle diyor" dedim. Sonuç fena! Büsbütün haksız sayılmazmış. Annem dedi ki: Ben biraz narin bir çocuk olduğumdan uzun yolculuklara çıkmaktan kaçınmışlar. Yani ben büyüyünceye kadar böyle misafirlikleri ertelemişler.
Demek o yüzden ben buradaki akrabaları daha önce hiç görmedim! Bir sürü akrabamız varmış yahu! Aman iyi ki, büyümüşüm! Hem dikkat ediyor musun? Aslında annelerimiz, babalarımız bizim sağlığımız için nelerden vazgeçiyorlar. Biz hasta olmayalım diye kendi mutluluklarından ödünler veriyorlar. Bunlar işte hiç haberimiz olmayan fedakârlıklar, bizler için yapılan.
Bundan sonra yapmama izin vermediği şeyler için anneme daha az kızmaya karar verdim. Baksana, onlar da benim yüzümden her istediklerini yapamıyorlarmış. Demek böyle böyle ödeşiyoruz: Onlar benim her yapmak istediğime izin vermiyorlar, ben de onların.
Burada, senden daha tatlı olmasın arkadaşım, iki tatlı kardeşle tanıştım. Birisinin ismi Talha, diğerininki Suayra. Ah bilsen ne yaramazlıklar yapıyoruz beraber. Ortalığı birbirine katıyoruz, ama hiç kalp kırmıyoruz. Güldürüyoruz sadece. Kızdırırsak da özür diliyoruz. "Ne yapalım, biz daha çocuğuz!" diyoruz. Hem burası küçük bir yer, bazen kırlara da çıkıyoruz.
Süper ya! Bir sürü daha önce görmediğim börtü böcek, hayvan, değişik değişik bitkiler de var. Onlar bana anlatıyorlar isimlerinin ne olduğunu. Hatta bir teyzenin bahçesinde böyle iri iri, kırmızı kırmızı çiçekler vardı, ortalarında da bir tane beyaz, bir görsen nasıl güzel, onun ismi çok şaşırtmıştı beni. Neymiş biliyor musun? Tahmin et! Bilemedin. Değil. O da değil. Yine bilemedin. Yine yanlış. Kaynanadili çiçek mi akıllım? Isırgan otu da değil. Dünyada bilemezsin. İsmi Said Nur'muş. Teyze çok sevdiği bu tek çiçeğin ismini Said Nur koymuş. Ama görsen nasıl güzel!
Madem o çiçeği sana anlattım, ismini nasıl öğrendiğimi de sana anlatayım. Bir gün birkaç tane keçi farkettik evlerin arasına dağılmış. Herhalde bir sürüden kaçtılar veya yollarını şaşırdılar. Sen bilmezsin, hayvanlar âleminde çocuklara rakip olabilecek yegane yaramazlar bu keçilerdir. Hele oğlaklar, hele oğlaklar! Onlar bizden de beter. Hem bizim kadar tatlı, hem bizim kadar afacanlardır! Baktık ki, hoplaya zıplaya, şaşkın şaşkın dolaşırken bu teyzenin bahçesine daldılar. Dalmak da nasıl dalmak! Görsen, bizim boyumuz kadar zıplıyorlar. Akrobat gibi hareketler yapıyorlar. Eğer insanlar dışında, başka bir canlıdan akrobat olsa, kesin keçiler olurdu. Hem bunlar süper de karete de yaparlar. Keçi Lee! Keçi-kundo! Keçi-fu.
Amaçları belli. Bizim çiçekleri mideye indirecekler. Talha'yla Suayra bu durumu görünce "Hadi, koşun, çiçekleri yiyecek bunlar! Kurtaralım onları!" diye bütün çocukları harekete geçirdiler. O sırada bizim karateciler tabii hapır hupur bahçenin bir kenarından başladılar yemeye. Teyze de durumu farkedip dışarı çıktı. Ama tek başına o kadar keçiye nasıl gücü yetsin! Hem de o üstlerine gittikçe hayvanlar da daha da şaşkınlaşıyor, bahçeyi birbirilerine katıyorlar!
Tabii biz hemen ekip olarak olaya müdahale ettik. Bahçenin kapısını açıp içeriye daldık ve keçileri birer birer kışkışladık. Talha ve Suayra bize bu işi nasıl yapacağımızı gösterdiler. Onlar da çok direnmediler. Açık gördükleri kapıya doğru heyecanla koştular. Zaten sonra sahipleri olan amca da geldi. Teyzeden özür dileyip onları aldı götürdü. Bu sırada oğlaklardan birisini tutup bize sevdirdi. Zavallıcık, nasıl da korkmuştu! Elimi kalbinin üzerine koydum. Gümbür gümbür atıyordu. Çok üzüldüm. Demek biz oynayalım derken hayvanları böyle korkutabiliyoruz. Elimizdeki sopalardan mı korktular acaba? Yapmak istedikleri şeye izin vermedik diye mi alındılar? Yoksa bir iki çocuk kaçsınlar diye vurdu, ondan mı canları yandı? Neyse, okşayınca barışmışızdır inşaallah.
İşte biz çiçeklerin önünde dururken o teyze bağırdı: "Aman çocuklar! Said Nur'a birşey olmasın! Said Nur'u koruyun!" Ben de etrafıma bakıyorum, göremediğim bir yerde bir çocuk mu var? Keçiler onlara mı saldırdı yoksa, diye. Ama yok! Meğer Said Nur, o bizim meşhur çiçekmiş. Teyze her çiçeğe bir isim takmış. Hepsini isimlerle çağırıyor, seviyor. Beyazın bahtına da Said Nur düşmüş.
Gözümüzün görmediği yerlerde ne çok acı var. Meğer hiç çocuğu yokmuş teyzenin. Anne babamız nasıl isim takıp seviyorsa bizleri, o da çiçeklerine isim takmış da öyle seviyormuş. Bunlar da onun evlatlarıymış yani. Ayşe vardı, Mehmet vardı, Selim vardı. Şimdi bizim isimlerimiz de orada çiçek ismi olacak. Söz verdi, koyacakmış.
Bize çay ikram etti, kurabiyeleri varmış fırında, onlardan verdi, biz de daha sık geleceğimize söz verdik. Güldük, gülüştük. Çiçek bakımı hakkında bir sürü şey öğrendik. Sonra bizimkiler bizi ararken bahçede görünce onlar da geldiler. Meğer tanışıyorlarmış, epey muhabbet ettiler. Annem çiçek sözü bile aldı. Dönüşte ekmek için. Said Nur'dan bizim evde de olacak artık. İsmini de aynı koyacağım. Başka isim olmaz.
Bak, görüyor musun arkadaşım: Çocuklar aileleri için ne kadar kıymetliler. Onlar bizim için ne kadar değerliyse, biz de onlar için o kadar değerliyiz. Onlar bize mutluluk veriyor, biz de onlara. Ben teyzenin konuşmalarından böyle anladım. Bize; "Siz evlerinizin neşesisiniz. Allah, nasıl ekmekle karnımızı doyuruyorsa; sizinle de neşeye olan açlığımızı doyuruyor! Hem biliyor musunuz: Cehennemde hiç çocuk olmayacakmış!" dedi. Ben bu bakış açısını çok sevdim. Evde havam da arttı. Fakat bu arada keçilerin sahibiyle aramızda geçen bir konuşmayı sana mutlaka nakletmeliyim:
Ben dedim ki: "Amca, biz bunları çiçekleri yemesinler diye korkuttuk. Öteki tarafta Allah'a bizi şikayet etmesinler? Ne yapacağız?"
Amca biraz güldükten sonra dedi ki: "Siz, onların iyiliği için onları korkuttunuz. Kötülükleri için değil. Allah da Kur'an-ı Kerim'de insanları kötü şeyler yapmamaları için korkutmuyor mu? Bu da onun gibi birşey işte. Aslında böyle korkutmalar hep merhametten..." Allah'ın ed-Dârr ismini anlattı sonra. ed-Dârr 'zararlı şeyleri de yaratan' demekmiş. Darlıklar verebilen...
Allah sonsuz bir güzellik ve merhamet sahibi olmasına rağmen zararlı şeyleri neden yaratıyormuş biliyor musun? Bize doğruyu göstermek için. Eğer bize zararlı görünen o şeyler olmasa, biz doğruyu seçmekte zorlanırmışız. Tıpkı kaktüslerin dikeni gibi. Yanlış şeylerin günahı gibi. Bizi zehirleyebilecek şeylerin görüntülerinin de çirkin olması gibi. Mesela içki sağlığa bu kadar zararlı olmasa, onunla sarhoş olmaktan kaçmazmışız. Bu bana şeker sanıp yediğim bir ilacı hatırlattı. Nasıl da kötü olmuştum. Demek bazı şeylerin zararlı olduğunu bilmek, onu işlemekten koruyor bizleri.
Böylece bir sürü şey de öğrenmiş oldum arkadaşım. Demek ne annemin, babamın bana kızması; ne abimin yanlış birşey yaptığımda beni uyarması; ne de bizim keçileri korkutmamız kötü niyetle değildi. İyilik içindi. Allah da bizi böyle zararlı görünen şeylerle hep uyarıyordu ki, yanlış yapmayalım. Allah'ı öğrendikçe sanki daha çok seviyorum. Evet, evet, kesinlikle böyle. İyi kişileri tanımak, onları daha çok sevmeye sebeptir. Esmayı öğrenmeyi bu yüzden seviyorum!

 



Yorumlar

255 karakter kaldı

Üye girişi yap ve yorumla » Üyeliksiz yorumla »

  • 15 Mayıs 2014, Perşembe - 21:28

    gultengezer gultengezer


    güzeldi kardeşim.