Şimdi Bak Dağlara, Tepelere, Uçsuz Bucaksız Her Yere


Sonra etrafındaki deve katarı gibi sıralanmış dağlara, tepelere, uçsuz bucaksız uzanmış tarlalara, arazilere, bağlar -bahçelerle dolu sahralara baktı..Azametli dağlar da heybetli halleriyle okunmayı bekliyorlardı."Bizi de oku ey çocuk" der gibiydiler.Onların büyüklüğüne kıyasla kendisini karınca gibi hissetti.Yeryüzünün örtüsü üstünde bu büzülmüş ve dikilmiş kara , taş , toprak birikintileri olan dağlar rastgele  mi böyle dizilmişlerdi ? Fen bilgisi dersi kitabında geçen yeryüzün tabakaları konusunu anımsadı.Dünya küresinin merkezinde magma denen ateş çekirdeği bölümü vardı.Toprak tabakası bu ateş tabakasının üstünü manto gibi örtüyordu.Arzın merkezinde müthiş bir ateş patlaması ve erimiş maden akkoru vardı.ikiyüz bin derece sıcaklıktaki bu magma tabakası, küçük bir cehennemi andırıyordu.

 

Dağlar özellikle yanardağlar yer altındaki bu ateş ocağının sanki emniyet supabı,biriken enerjiyi boşaltma bacaları , adeta  nefes alma yerleriydi.Yanardağlar vasıtasıyla yer yüzü kızgın bir tencere gibi patlayacak gibiyken yanardağlar vasıtasıyla magma tabakasındaki ateş ve ısı basıncı adeta bacadan çıkan dumanlar, gazlar gibi dışarıya çıkıyordu. Böylece yeryüzü toprak tabakası sarsılmıyor, zelzelelerden korunmuş oluyor, hayat devam ediyordu.Toprak örtüsünün üstünde dikilmiş kazıklar gibi duran bu dağlar ayrıca bir geminin ahenkli ve yana yatmadan gidişini sağlayan, dengesini koruyan direkler gibi dünya gemisinin dengeli yürüyüşünü ve dönüşünü sağlamaktaydılar. Yine onlar, insan hayatını kolaylaştıran, teknolojide kullanılan tüm aletlerin ve aygıtların hammaddesi olan madenlerin deposu gibiydiler.Başta demir, bakır olmak üzere tüm madenlerin ambarıydılar.Suların kaynağı oluşları ayrı bir özellikleriydi. Diğer taraftan dağlar havayı da temizliyorlardı Yükseklikleriyle havadaki pislikleri temizleyen birer süzgeç, birer tarak gibiydiler.Kışın karların ermediği yüksek zirveler yaz mevsiminde yavaş yavaş eriyen karların sularını bırakarak yeni yeni tatlı içme sularına yedek depoluk görevi yapıyorlardı.Yeryüzü tabakası da içinde nice madenleri barındırıyordu.Dağlardan sanki yankı yankı sesler geliyordu."Bizi yaratan, yöneten ve bizlere  önemli hizmetler ve görevler veren birisi var..Biz onun emriyle bu görevleri yapıyoruz" diyorlardı.

Çocuk etrafındaki dağlara hayran hayran bakarak gezmeye, ayağının altında bir yorgan gibi yayılmış toprağa basarak yürümeye devam ederken gözlerini toprağı birer yeşil örtü gibi süsleyen bitkilere çevirdi bu sefer..Ağaçlar da yapraklarıyla, dallarıyla nazlı nazlı salınarak el sallıyorlardı kendisine.toprak tabakası üstündeki bin bir türlü, rengarenk bitkilere, çiçeklere ve ağaçlara baktı.Onları salını salını zikir çeken dervişlere benzetti bir an.Olamaz mıydı ? Yeryüzü sanki bir zikir meclisi, bir derviş tekkesi gibi olabilirdi.Çünkü her çiçek, her bitki, her ağaç güzellikleriyle, hışırtılarıyla o Bir'i zikrediyorlardı.Her çiçeğin yüzünde güneşten aldığı bir rengin izi vardı.Her rengin bir güneşi akla getirmesi gibi her çiçek, kendisini yaratan bir güneşler güneşi Zatı, Bir'i çağrıştırıyordu.Topluca bakıldığında yeryüzü tuvalinde harika bir yağlı boya resmi, bir tablo vardı.Neredeyse birbiriyle aynı olan bu çiçekler, bitkiler farklı hem de çok farklı renklerde, şekillerde ve kokularda donatılıyordu.Tek fabrikadan, tek topraktan çıkan bu farklı eserler, muhteşem bir ressamın usta fırça darbeleriyle şekillenmiş gibi ayrı ayrı tablolar resimler oluşturuyordu.Birden dünyayı güzelleştiren, bir tablo gibi insanı hayran bırakan bu çiçeklerin yaprakları sayısınca o Bir'e saygıyla eğilmek . ve ona tüm teşekkürlerini belirtmek istedi, eğildi.Bir kır  çiçeğini usulca, incitmekten korkarak öptü,yüzüne sevgi öpücüğü kondurdu.

Az ötede bir inek kuyruğunu sallaya sallaya iştahlı ve huzur içinde otluyordu.Biraz ötede birkaç koyun ağır ağır geziniyorlardı.Az uzakta bir tilki hızla uzaklaştı.Dallara konup göçen kuşlar gözüne ilişti.Bastığı yere dikkatle baktığında  yerdeki karıncaları fark etti.Çiçeklerin güzel yüzüne konan balarılarını, uğurböceklerini seyretti.Bir kaplumbağa ağır ağır yol alıyordu bir yerlere doğru.Bir köpek havlaması geldi uzaktan uzağa..Çocuk durup düşündü.Belgesellerde izlediği  balta girmemiş ormanlarda, çöllerde yaşayan nice nice hayvanları düşündü.Aslanlar, kaplanlar, zürafalar, akbabalar, çaylaklar, timsahlar, kurtlar, kuşlar hepsi hepsi bir anda gözünün önüne geldi.karalarda yaşayan tüm bu hayvanlar da adeta kendisine çağrıda bulunuyorlardı."Bizi de düşün, bizi de oku !"diye.Yeni bir okuma faslına başladı çocuk.Bir kitabı bitirip diğerine başlıyordu.Bu defa hayvanlar alemi kitabına başladı.Her birinin vücut yapısı, organları, pençeleri, kanatları farklıydı ve hayatını sürdürecek biçimde ayarlanmış gibiydi.her birinin yaşadığı yere göre bir üniforması vardı.Büyük bir ordunun kara, deniz, hava kuvvetleri gibi  birimleri de değişikti.Kimisi havada uçuyor, kimisi denizde yüzüyor, kimisi yerde geziyor veya komando gibi sürünüyordu.Görevine göre silahlar ve aletlerle donatılmışlardı.İpekböceği elsiz ayaksız iken ipek dokuyordu.Bal arısı zehirli iğnesine rağmen bal gibi bir gıdayı üretiyordu insanlar için.Aslanın pençesi parçalamaya hazırken, inekte, koyunda keçide bu yoktu Uysal hayvanlarda bu yoktu.Onlar süt çeşmesi, et üretim merkezi  gibiydiler.Hatta birer fabrika  gibiydiler.Bir bakıma her  bir koyun süt üreten bir fabrika gibiydi..İnsanların yaptığı bir şeker fabrikasıyla kıyaslanırsa  onlardan her yönüyle daha üstün ve daha harikaydı.Bir an düşündü Bu süt fabrikaları  üretim yaparken gürültü çıkararak çevreyi rahatsız etmiyorlardı..Huzur verici bir sessizlik içinde çalışıyorlardı. Her fabrika ve çalışan her motor belli bir süre sonra bakıma alınıp tamir edilirdi.Arızanın durumuna göre bakım ve tamir masrafları kaçınılmaz şekilde üretimin giderlerini ve masraflarını oluştururdu..Bu hayvanlar ise süt üretirken yıpranan parçalarını ot , saman yiyerek  kendini tamir ediyordu..Şeker fabrikalarının şeker üretiminde kullandığı ana madde olan şeker pancarını  tarladan fabrikaya taşımada yüzlerce işçi ve tonlarca yakıt masrafı gerekirken bu ilahi fabrikalar  süt yapmakta kullandıkları ham maddelerini kendileri  arıyor ve buluyordu.Sahipleri tarafından kırlara, otlaklara yönlendirilmeleri yetiyordu.Her koyun, keçi, inek kendi hammaddesini kendisi topluyor, bu arada karnını doyururken süt yapacak maddeyi de yüklenmiş oluyordu.Sahibine nakliye masrafı fatura etmiyorlardı.Bilinen şeker fabrikaları  gittikçe deforme olup bakım isterken, bu süt fabrikacıkları her yıl kendisi gibi birkaç fabrika doğurup sahiplerine hediye ediyordu .Nerede görülmüştü böyle  ekonomik, çevreci, üretken, tasarruflu, geri dönüşümlü fabrika ?

Kafasındaki tüm soruların cevabı artık güneş gibi apaçık ortaya çıkmıştı.Ruhunun aydınlandığını, kalbinin nurla dolduğunu, aklının ve beyninin ışıklandığını tüm hücrelerinde hissetti.Aradığını bulmuştu.Kainat kitabındaki sayfaları, satırları su içer gibi okuduğunu artık fark etmişti.Her şeyi yaratan, her şeye kadir, şefkatli, merhametli bir Allah, kendisini eserleriyle gösteriyor, tanıttırıyordu.Baş gözüyle değil akıl ve gönül gözüyle görülmesini arzu ediyordu.Diğer varlıklardan farklı olarak insana bilginin ve aklın verilmesi bu sebeptendi .Bir resmin ressamının var olduğunu  altında imza olmasa da aklımızla kabul ediyorduk.Ressamı görmesek de eserinde akıl gözüyle görünüyordu.Bir mimari eseri gezip, incelediğimizde o eseri yapan ustayı, mimarı görmesek de bir mimarı olduğunu akıl gözüyle görüp kabul ediyorduk.Yoksa o taşların kendi kendine bir araya gelerek, bu muntazam ve sanat dolu binayı oluşturmaları aklen imkansızdı. Şimdiye dek okuduğu kitapların hepsinin de bir yazarı, basıldığı bir matbaası vardı.Hiç bir kitap kendiliğinden oluşmuyordu.Ve her kitabın bir anlamı, ana fikri  okuyucuya sunduğu bir mesajı vardı.Bölümleri, paragrafları,satırları ve satırlardaki kelimeleri ve o kelimeleri oluşturan harfleri kendiliğinden bir araya gelip bir kitabı oluşturamıyorlardı..Nasıl olur da kainat kitabının sayfaları olan gökler, yerler, dağlar, denizler; satırları olan nehirler,ağaçlar, hayvanlar, bitkiler; kelimeleri olan her bir çiçek, koyun, keçi,meyve, yaprak,böcek; harfleri olan moleküller ve atomlar kendiliğinden bir araya gelerek böylesine harika yapılarıyla, intizamlı, düzenli ve disiplinli hareketleriyle , önemli görevler yaparak varlıklarını sürdürebiliyorlardı ?Hayır , hayır bu işler başıboş olamazdı.

Bütün bu işler başıboş olamadığı gibi , kendisi dahil tüm insanlar başıboş olamazdı.Bir görevi, bir vazifesi olmalıydı.basit bir canlının bile çok önemli vazifeleri olduğuna göre varlıklar içinde en akıllı, en yetenekli olan insanın da bir yaratılış amacı ve görevi olmalıydı. Çocuk sonuca yaklaşmanın mutluluğunu ve hazzını duydu.Bu görev, her şeyi yaratan, her şeyi idare eden biricik BİR'i tanımak ve O'nun sevgisini kazanmaktan başka bir şey değildi.

Bu düşüncelerle bir kuş gibi hafifledi.Sevinçten uçacak gibiydi. Artık aradığını bulmuştu."Allahım! Büyük Allahım ! Şefkatli Rabbim ! Merhametli Yaratanım ! Seni eserlerinden tanıyorum.Seni akıl ve gönül gözüyle görüyorum.Sen her şeyden büyüksün ve sen Tek ve Bir'sin.Bana kendini buldurduğun için sana teşekkür ediyorum."

Artık çocuk , hazine bulmuş bir insanın sevinci ve mutluluğu içindeydi.Bitmeyen , ebediyen kaybolmayan ve ebedi mutluluğu kazandıracak olan gerçek iman hazinesini gönlünde taşıyordu.Akşam güneşi köyün uzak tepelerinin üstünde veda ışıklarını yollarken çocuk ,güneşler güneşini okutan güneş başta olmak üzere  hışırdayan ağaçlara,  cıvıldaşan kuşlara, esen rüzgara , şırıldayan suya , yerdeki otlara, meleyen kuzulara, miyavlayan kedilere, gıdaklayan tavuklara, havlayan köpeklere her şeye birer dost, birer arkadaş, birer kitap gözüyle bakarak selam vererek eve dönüyordu.Yarın bir başka kitabın kapağını açacaktı...

 

 

NOT: Bu hikâye,  Bediüzzaman Said Nursi'nin Âyetü'l- Kübra Risalesi referans alınarak hazırlanmıştır.

 

 

Yazar: Sefer AKGÜL



Yorumlar

255 karakter kaldı

Üye girişi yap ve yorumla » Üyeliksiz yorumla »

Henüz kimse yorum yazmadı.